HaStane Günlükleri

Hayal gücünüzü çalıştırın zira yazarımız çalıştırmış 🙂

HERKES KENDİ HİKAYESİNİ YAZAR

image

ÇİZER: MATAZİZMA

KEZBAN:

Kur’an’da geçiyor diye koymuş annem ismimi: “Kezban”. Annemin annesinin de adı imiş: “Kezban”. Herhalde onun annesi de aynı nedenden ötürü koymuştur aynı ismi: ” Kezban”. Ben de çok sonradan öğrendim adımın anlamını. Yalancı demekmiş. Ezbere Kur’an okuyan başta annem ve büyüklerimiz sayesinde kötü bir sıfatla başlamış oldum hayata. Benimse bildiğim birkaç dua var gerektiğinde okuduğum. Tam ve tüm anlamını bilmemekle beraber, her sabah çocuklarımı okula uğurladıktan sonra okuyorum muhakkak. Aklıma hangi dua gelirse, ezberimde ne varsa onu okuyorum çoğu kez. İki evlat sahibiyim, bir kız bir oğlan. Kızım iki yaş ufak oğlumdan. Masrafları bitmek bilmiyor haliyle ve pek de hayırlı sayılmayan babalarından gelen üç kuruşluk nafakayı saymazsak tüm yük benim omuzlarımda, tıpkı evliyken olduğu gibi. Allah’tan ev annemlerin de kiradan kurtarıyoruz. Annemlerin dediysem annem vefat edeli çok oldu. Babamınsa annemin üzerine yeni bir eş getirmesi çok olmadı. İki çocukla ortada kalıp babamın kapısına geldiğimde annemin gayretleriyle aldığımız ve kat karşılığı müteahhite verdiğimiz apartman dairesindeki kiracıyı çıkartıp benim, çocuklarımla evine yerleşeceğimizi duyduğunda ne ayak diremişti başlarda edepsiz kadın, asla unutmadım. Sadece sineye çektim. Kadınlar pek fenaymış bir kez daha anladım. Kızımı şimdiden yetiştiriyorum bu ve benzer konularda, hakkını arasın, uyanık olsun diye. Dünya böyle ya eziyorsun, ya eziliyorsun çünkü. İyisi mi ezen taraf olsun hayatta. Genç cicianneme dönecek olursak eğer, evi kaptırmamak için babacığımın koynuna girişlerini sıklaştırsa da para etmemişti Allah’tan. Her şey Allah’tan ama hala daha nefesi ensemdedir. Hala daha hesap sorar bana kaçırmaktan hayıflandığı kira parası için. Ama çocukların ikisi de ilkokula gidiyorlar. Masrafları bitmiyor, dedim ya. Okula para, üste, başa para, yok harçlıktı, yok ıvırdı zıvırdı derken gelen her kuruşumu akıtıyorum ister istemez. Kıpırdanacak yerim yok. Hal böyle olunca bir de kira verecek gücüm yok. Bir punduna getirip de iki daireyi de kendi üzerine yaptırırsa beni de ikinci gün kapının önüne koyar babam öldükten sonra. İşte o zaman benim için kıyamet kopar. Neyse neyse tüm bu olumsuzlukları düşünüp kendimi daha da mutsuz hissetmek istemiyorum. Dilerseniz ben size kendimden bahsedeyim biraz. Malumunuz hikayenin ilk kahramanı benim ve yazarının gözünde farklı bir yere sahip olduğumu düşünmekteyim. Efendim bahsettiğim üzere benim ismim Kezban. Boyum 1.75. Kilom 85. Eşimden ayrıldıktan sonra yükselen sinir katsayıma her geçen gün gram gram artan kilolarım da eşlik ettiler. Hastanede yemek servisinde görev alıyorum. Katlara günde üç öğün yemek dağıtıyorum. Arta kalanları da ya eve götürüyorum yahut da çocuklarım geldiğinde yediriyorum arkada, mutfakta. Ne işimden, ne de hayatımdan mutluyum. Günde posta posta koca yemek arabasını taşımaktan kim mutlu olur ki? İş bir de istekleri hiç bitmeyen hasta yakınlarına laf yetiştirmek olduğundan ne yazık ki zamanla şunu öğrendim: Burada çalışacaksan ya hep iyi olacaksın ya da kötü. Ben mi? Ben iyilikle bir şey olunamayacağını gördüm ne yazık ki. İyilikle annem yaşamadı, iyilikle kocam durmadı, iyilikle ben daha iyi bir iş bulamadım. Sırf bu yüzden ben de karanlık tarafı seçtim. Zamanla da seçmiş olduğum tarafın benim için en iyisi olduğunu kavrayıp benimsedim. Sizler bunca satırı okuyacağım diye hem gözünüzü, hem de beyninizi akıtadurun, ben daha az evvel haşlayıp haklayıverdim bir gariban hasta yakınını. Ekmek var mıymış? Yok dedim. Yoğurt var mıymış? Gene yok dedim. Yook. Hasta yakınlarına yoğurt yok. Hastalara sadece. Ekmeğim de sayılı. Niçin sinirleniyormuşum? Niçin sesimin tonu bunca yüksek çıkıyormuş? Çünkü öyle. Çünkü çünküsü yok. Girin içeriye diye bağırdım. Altı yataklı odada, gariban gariban kalan adamın eşi, bacısı ya da kızısın. Dolayısıyla sana bağırabilirim. Senin canına okuyabilirim. Seni ezebilir, suyunu çıkartabilirim. Bak bak bak. Bir de beni şikayet edecekmiş. Et dedim ben de. Git et ama şimdi gir içeriye diye de bağırdım üstüne üstlük. Sesim titremedi bile. Altı kişilik odanın dolu olan bütün hasta yataklarının içindeki hastalar ve onların bacıları, karıları dadahil kimse sesini çıkartamadı, kimse arka çıkmadı, çıt çıkarmamakla kaldılar sadece. Ezikler çünkü. Onca kalabalığın içinde, bir kafesi, aynı kodesi paylaşan mahkumlar onlar ve bunun da bilincindeler. Biliyorum şikayetleri bununla sınırlı kalacak. Burası devlet hastanesi. Kimse onların elleri kalem tutmamış satırlarından çıkacak şikayet mektubunu ciddiye almayacak çünkü. Kimse onların yetkili bir merciiyle konuşmasına imkan tanımayacak çünkü. Ben de bugün bunlara, yarın ötekilere istediğim gibi davranabileceğim. Eğer çok istiyorlarsa, gelirler ve bu arabayı benim yerime günde üç defa iteklerler. Ben de kendime severek yapabileceğim bir başka iş bulurum bahaneyle. Allah büyük. Belki tek istediğimdir bu. Burada, bu pis hastanenin koridorlarını arşınlamamaktır belki tek gayem ve buna sebep olabilecek birini arıyorumdur sadece, kim bilir? Fazla ekmek var mı? Yok. Limon var mı? Yok. Bal var mı? Yok. Yok. Yok. Rejim bir, 2424’e. Burası özel oda. Özel odalara dikkat. Onların eli kalem tutabilir. Ohh yemek almayacakmış özel oda.

Çocuklarıma kadınbudu kaldı yaşasın.

UFUK:

Bize personel diyorlar. Bizler hastane personeliyiz. Kadroluyuz. Ben on beş yıldır burada, aynı hastanedeyim. Bölüm bölüm gezdim durdum. Şimdi buradayım işte. En çok iş bizde. Ameliyatlı hastalar bitmek bilmiyor. Önceleri yadırgadıydım ama alıştım sonra günden güne. Bağırsağı kesilen, torba geçirilen, kisti olan, kanser olan, ülser olan, organ nakli olan bizde. Kadın erkek hepsi çırılçıplak yatıyorlar kendilerini bilmeden günlerce. Temizlikleri hep bizde. Çarşafları, alt bezleri, her tarafları enfeksiyon. Bulaşır diye çift eldiven takıyorum. Memleket mi? Aydın, Söke. Her neyse. Bizim de avantamız olmalı haliyle. Bakıyorum şöyle gözüme kestirdiklerim olduğunda giriyorum içeriye, söyleyiveriyorum, ufak tefek gönül alma hadisesi neticesinde. Erkekler günahını vermez de, yakını ağır olan kadınlara söyleyiveriyorum ufak ufak. Alıp getiresiye kadar da hatırlatıyorum kendilerine. Geçende hasta yakınının kızına söyledim hapishane modeli kum boncuklu tespih diye. Dörttür söylüyorum ama bana mısın demiyor. Pinti galiba. Bahşişi de pek yok. Kıymetli annesine kıymetli etleri yara olmasın diye günde yedi defa pozisyon verdirmek için gelirken iyi ama; kum boncuklu tespihimize gelince yok. Ne kadar tespih, o kadar muamele bundan sonra.

Söylemesi ayıp benim elimden her iş gelir. Herkes bir gün ocağıma düşer, kapıma gelir. Kapı deyince, geçenlerde bir gün tesisatına benim de yardım ettiğim bir villa vardı. Sahibi gecenin bir vakti çağırınca, baş ustasıyla atlayıp gidivermiştik gece yarısı. Gittik ki, adam nasıl köpürüyor. Hayırdır dedik akşam akşam, tesisat mı patladı, hayırdık dedik. Adam öfkeyle bizi aldı götürdü jakuzili banyosuna. Alafranga tuvaletin başına geçip taharet musluğunu gösterek niçin buraya yapıldığını, açınca her tarafa su sıçradığını öfkeyle anlattı bize. Tabii biz ustayla geldik göz göze. Gülmek istediysek de tuttuk kendimizi. Sonradan ben alışığım hastaneden laf anlatmaya, başladım bir güzel tuvaletin nasıl kullanılacağını anlatmaya. Af buyrun tuvalete tünüyormuş her seferinde dev gibi adam. Başladım güzel güzel anlatmaya, tasvirlerle. Dedim şimdi pantolonunu indireceksin ama ben kendiminkini indirmedim tabii. Dedim şimdi donunu da. Elbette onu da indirmedim. Şöylece oturup, böylece musluktan gelen suyu ayarlayacaksın. O telaşla musluğu açmış bulundum. Ne pantolon kaldı, ne bir şey. Ertesi gün arayıp özür dilemiş sağ olsun. Daha dün taşa silinirken çok geldi usta demiş. Allah’ın işi işte.

Tuvalete oturmayı bilmeyene lüks daire veriyorsun da, bize bir kum boncuklu tespihi çok görüyorsun!

NUR:

İsmim gibi nurlu olsam bunca yıl uğraşıp, en nihayet on beş yıl sonra onca enjeksiyondan sonra güç bela hamile kalmazdım. Gene ismim gibi nurlu olsam zaten zor ve geç gelen hamileliğimde en yoğun bölümde, en ağır hastalarla çalışmazdım. Hasta yakını geldi gece gece yemek yiyebildiniz mi diye? De ki oturabildim mi bir saniye? Önümde üzeri ilaç, şırınga, damar yolu açıcı, flasterlerle dolu olan tekerlekli arabamı itekleye itekleye bir ruh gibi koşuşturup duruyorum gece nöbetlerimde. Baştan ayağa bir tam koridor yok antibiyotiğini tak, yok damar yolu aç, ilaçlarını bırak, tansiyon, nabız, ateş var mı, yatak yarası nasıl derken oluyor sana sabah. Nedeni anlaşılamaz bir şekilde bazı geceler herkesin ameliyat olacağı tutuyor. Bir nöbetimden bir tabloyu aktarıyorum hiç değiştirmeden: Trafik kazasında tek bacağı kesilen aslen pskiyatri hastası, iki apandisit, bir bağırsak patlaması. Su borularına benzetiyorum patlayan bağırsakları. İçindekiler tazyikli geliyor ve bir bakmışsın eskimiş borular daha fazla dayanamıyorlar ve bom. Netice bom. Netice karın boşluğuna yayılan bom’lar ve kana karışan zehir. Ve bunların hepsi benim mesaime denk geldi. Haliyle yerimiz, yatağımız kalmamıştı. Bir hasta sedyede kaldı sabah olup da başka bir servise transfer edilene dek. Narkozdan ne yapacağını bilemediğinden öylece sabahladı koridorda. Yakınları da onunla. Sabaha doğru iyicene huzursuzlaşan akrabalar daha çok uykusuzluktan, yakınlarının başına gelen olayın dehşetinden, panikten, şaşkınlıktan iyicene manyaklaşıp olay çıkarmışlardı. Ben onlara da kızmadım. Kızamadım daha doğrusu. Gündüz neyse de, gece gece koridora gide gele tuhaflaştılar en nihayet. Gençten de bir çocuktu. Bağırsağının neden patladığı anlaşıldı sonra. Et yemiş. Kemikli. Kemiğiyle eti yutmuş anlaşılan kendini kaptırıp. Sonra da kemik bağırsağı delmiş. Sonra, bom. Televizyon izliyormuş bir yandan. Ne eti diye sordum kendimi tutamayıp. Tavuk etiymiş. Yaramamış. Ne yediği, ne izlediği.

Her neyse, şöyle rahat bir bölümde çalışsam olmaz mıydı bu süreçte? Göz mesela ya da psikiyatri. Yok psikiyatri olmaz. Ya da enfeksiyon. Yok yok enfeksiyon da olmaz. Şimdi değil. Çocuk da değil. Çocuk cerrahisinin büyük cerrahisinden farkı yok zaten. Bana en iyisi masa başı işi lazım. Mesleğimi seviyorum. Şikayetim yok. Sadece bu kadar zor olmamalı bazı şeyler. Meslek doğru, ortam ve şartlar yanlış. Bazen sağlık ocağı hemşiresi mi olsaydım diyorum kendi kendime. Doktorum olurdu, ev ziyaretlerine çıkardık beraber. Hastalar belli zaten. Bütün gün otur. Rahatsın. Nöbet derdin yok. Çılgın hasta yakını kalabalığından uzaksın. En fazla hastaların yoğun olduğu günlerde sorun çıkar. Onda da zaten hastalar sıra kavgasını kendi aralarında yaparlar sen girdin ben girdim diye. Sağlık ocağına en çok geveze yaşlılar gelir.

Olay fakiri Ol biraz da, fena mı işte?

YÜKSEL:

Aile geleneğimiz doktorluk. Babamdan bana, dedemden babama geçen. Dedemin babası da sağlıkçıymış. Nesillerdir babadan oğula geçen bir meslek bizimkisi, esnaflık gibi. Ben cerrahım. Babam da cerrahtı. Annemse hemşire. Şişli Etfal’de tanışıp evlenmişler. Ben doğmuşum. Annem ikinci çocukla uğraşamamış. Ben de evlendim. Eşim doktor. Biz de ikinci çocuğa fırsat bulamadık. Bundan sonra da zor. Evliliğimizin ilk yıllarında nöbetlerden birbirimizi görmezdik. Hastanede karşılaştıkça mutlu olurduk. O ise bazen önümden rüzgar gibi geçer, beni bile görmezdi. Koridorda yok olana kadar bakardım arkasından. Kokusunu dinlerdim uzaktan. Koku dinlenir miymiş dediğinizi duyar gibiyim. Evet, dinlenir. Güçlü parfümü havaya savrulurdu uçuşan saçlarıyla. Aynı esnada yanından geçmekte olanlar bu kokuyu içlerine çeker, kimi duyduklarını bilmedikleri bir hayranlık kaplardı yüzlerini. Birini duymak mühimdir. Aklı karışanlar olurdu karımın efsunlu kokusunu içlerine çekenlerden. Konuştuğu sözler dağılırdı, karışırdı karımın kokusuna. Hastanedeki o kadar kötü koku arasında ilkbahar dolardı içime. Yaşamak için bir nedendi karımın kokusu çook sonradan anladığım. Mutsuzsam, umutlanırdım bir anda. Gelecek vardı karımın kokusunda; umut vardı, güvenmek vardı, günleri devirmek, akşamı beklemek vardı. Değişen bir şey olmadı hayatımda, kariyerimde ilerliyorum sonsuz güvenle. Hala daha aynı baharın hatırına yaşıyorum aynı hastanede. Kesiyorum, dikiyorum. Hem cerrahım, hem terzi.

Ve de güzel kokan her şeyi seven bir kişi..

NEZAKET:

Nezaketen düşmüş olabilir miyim acaba yataklara? Kim bilir? Allah’ın dediği olur. Her yarış kazanılmaz demişti bir gün birisi. Benim cezam da bu dünyadaki. Finiş çizgisini uzaktan görüyorum ama herkes maraton koşarken, ben sedyeyle ulaşabiliyorum ancak. Malum o sedyeyi tutan eller sayesinde.. Giderayak hayatımın kışında bir ameliyat daha oldum. Ansızın geldi ve beni buldu. Çocuklar olmasaymış gidiyormuşum öteki tarafa. Keşke gitseymişim öteki tarafa. Varlığım işkence bana bakanlara. İşgal ediyorum yataklarını, tüm bunlar hep boşuna. Benden verim almak imkansız bundan sonra. Hep ileriye ama gerileyerek gitmek nedir bilir misiniz? Tıpkı çocukluğumdaki gibi bazı şeyler. Önümde binlerce basamağı olan bir dağ var sanki aşmam gereken ama gençlikteki enerjim yok. Korkuyla bakıyorum her bir basamağa. Biliyorum ki itelenerek ve bir parça da ötelenmeden çıkmam olanaksız yukarıya. Çıkmam neyi değiştirecek ki zaten şu saatten sonra? Çocuk olsaydım başka. Mutlu bir çocukmuşum memur bir babanın sırtlandığı hayatta. Gençliğim güzel geçti. Hem okudum, hem çalıştım. Bir abim ve ben yüksekokul okuyabildik. Abim doktor çıktı. Hastalığını erken teşhis edemediğinden, erken göçtü aramızdan. Terzi kendi söküğünü dikemezmiş. O hesap oldu onunkisi.

Zavallı anneciğim kayıplarından önce neşeliydi. Okuyamamıştı ama cin gibiydi. Kafası çok çalışırdı, aklı ererdi her şeye. Hiç aklımdan çıkartamıyorum annemin o son hallerini. Komaya girişini. Nefes alıp verişlerini dinlediğim geceleri. Bilinçli bir tercihti onunkisi çok geç anladığım. İki oğlunu birden arka arkaya kaybedince elini ayağını çekmişti azar azar haattan, hiç bize hissettirmeden. Üç gün yattı anneciğim. Sonrası kara toprak. Şimdi mezarı memleketimizde yani Ankara’da. Ben saftım çoğu konuda, annemden ve bir abim dışındaki kardeşlerimden çok okumuş olsam da. Ya kariyerli, ya paralı ya da itibarlı olsun ama bunlardan biri olsun ve bir kocan olsun demişti bir gün annem. Birinden biri olmayan koca, koca olmasın daha iyi de demişti. Rahmetli anneciğim daha da bir sürü şey söylemişti. Annemi en çok düşündüğüm yaşlarımdayım şimdi. Ben çocuklarıma hiç böyle akıllar vermedim. Verseydim de dinlemezlerdi zaten. Küçük havai, büyükse fazla ciddi. Ben kötü bir anlatıcıyım, onlarsa feci birer dinleyici. Ben ameliyata girerken bile beni hiç dinlemediler. Küçük hep ağladı. Küçük o kadar ağladı ki, büyüğün ne yaptığını çıkartamıyorum bile. Tamam, şimdi hatırladım. Sakın narkozun etkisiyle çocuklarım daha küçük deme dedi. Dedim ya, ciddi. Tabiatında var. Haklı da.

Ben şarkı söyleyerek uyandım, hey onbeşli onbeşli..

HANIMIM:

Adım değil “Hanımım”. Annem yerine koyarak baktığım teyzeye böyle hitap ediyorum çoğu kez. Biraz yaşlıyım ama olsun büyük kızı yerine koydum kendimi. İnsan hangi yaşta olursa olsun, kaç çocuğu olursa olsun, hep birilerinin çocuğu olmak istiyor. Annesiz babasız yaşamak öyle zor ki. Annem  öldüğünde on beşindeydim. Daha evlenmemiştim. Köyden hiç çıkmamıştım. Hayat güzeldi. Şartlar zordu ama her köyün şartları zordur. Annem karnım ağrıyor demişti bir gün. Sonra yatmıştı. Bir daha da kalkmamıştı. Allah öyle ölüm versin bana da. En büyük, en kıymetli duam bu dünyada. Kendim için istediğim tek şey bu, bu dünyada. Kimselere yük olmadan göçeyim istiyorum bir gün aniden. Anneme benzesin kaderim. Onun gibi yatayım bir gece, kalkmayıvereyim ertesi sabah. Geçende bacım gelmiş kızıma. Beni sormuş ne yapıyor demiş benim için. Vışşş demiş sonra da. Kendine başka meslek mi bulamadı demiş. Olsun ben seviyorum Hanımım’ı. Gerisi vız gelir. Yalnız bir şey var Hanımım’dan sonra dank etti kafama. Benim Hanımım’ın da karnı ağrımıştı biraz biraz. Aybaşı ağrısı gibi demişti. Sonra kusmuştu ertesi güne kadar. Zaten o olmuştu kendimizi hastanede bulmuştuk. Köylerde ölüverir insanlar bir anda, aynı annem gibi. Hastane yok, doktor yok. Acaba öylesi mi iyi, böylesi mi, ben daha bilemedim. Sorup duruyorum kendi kendime. Şimdi borular sokuyorlar insanların her bir deliğine, olmadı açıyorlar o delikleri. Hepsi bir parça gökyüzü için. Görecek güzel günleri olması için. Hani Hanımım tamam da, bir sürü sebze gibi insan var. Geçende sedyeyle bir adamcağızı götürüyorlardı filme. Her tarafı boru. Soluk alıp veriyor galiba, öyle ya filme gittiğine göre, ama adam gitmiş. Arafta bir yerlerde. Ama görsen akrabaları etrafında, yaşatacağız diye. Öldüysen öldün, bir defalığa mahsus hepsi. Ameliyat olup da hastaneye düştün mü bin kere ölüyorsun. Seni kurtarmak için bir sürü şey yapıyorlar. Şu odaya gelip de çıkıncaya kadar canın çıkıyor bu sefer. Yakınların bırakamıyor ki gidesin. Herkesin kapladığı bir alan var çünkü. Sevdiğini bırakmak çok zor çünkü. Onun yok olmasına, un ufak olmasına göz yumamıyorsun. Bunun için Allah bize kızgın. Biz onunla mücadele ediyoruz. O vadesi dolanı alıp götürmek istiyor, bizse yapışıyoruz gitmesin kalsın bizimle diye. Bu bencillik! Sedyedeki adamcağız gibi. Gittiği yerden ben iyiyim dokunmayın artık der gibi bakıyordu. Gözleri faltaşı gibi açıktı. Bakıp görüyor muydu yoksa tam tersi mi, bilmiyoruz ki. Ben kocamı bırakamamıştım. Teşhis konup da ölesiye kadar döktüğüm gözyaşından göl olurdu göl. Kadere bak, bu hastanede öldü o da. Ne dahiliyesi, ne göğsü kalmıştı gezmediğimiz. İki senede altı bilezik gitmişti. Sonuçta bilezikler de, koca da gitti; o erişti hakkın rahmetine. Helali hoş olsun da; bilezikler gidebilir de, kocam kalaydı ya geriye..

Benim Hanımım’dan umudum var. Şimdilik. Yaşayacak sanki. O benim yaşama nedenlerimden biri. O bunu bilmese de. Belki de biliyordur, kim bilir?

20130815_123435

Yazar: Meriç Aksu

HaStane Günlükleri” üzerine bir yorum

Yorum bırakın