Cengiz TAŞÇI değerlendirdi: Sağlıkta Dönüşüm ve Performans Sistemi

Bu menfur saldırıdan sonra performans sistemini ayrıntılı anlatmak zorunlu oldu. Bildiğiniz gibi taklit ettiğimiz sağlık sistemi hastaneye ve doktora ulaşmanın zor olduğu bu nedenle ciddi mağduriyetler yaratan ve bizim de eskiden uyguladığımız Avrupa sistemi değil, Amerikan sağlık sistemi: Yani “hastaneye çabuk erişim, doktora ulaşmayan kalmasın” sistemi.. Yani performans sistemi. Peki, kimler performans yapıyor:

 

1-Hasta performans yapıyor: En ufak şikayetinde doktora koşuyor. Doktor eski doktor değil, hasta da eski hasta değil. Doktorundan kendisini muayene ettikten sonra bazı istekleri oluyor. Kimisi iğne istiyor, kimisi ilaç.. Kimi beni yatır diyor, kimi beni kaldır gönder. Sistemde herşey biraz mümkün. Hasta bu yeni interaktif ilişkiden pek mutlu oluyor. Doktorun izini sürüyor, adeta hasta doktor bağımlısı oluyor. Bu muhabbet hastanın kafasında öyle ilerliyor ki; acil olmadığı halde gündüz işleri aksamasın diye gece acile başvuruyor. Bir yandan cep telefonu kulağında hattın öteki ucuna laf yetiştirirken günlük işlerinden kopmadan muayene olmak istiyor. Özel interaktif iletişimi acil serviste de bekliyor. Acil serviste yoğunluktan bu muameleyi göremeyince, doktora senin gibi 50 tane işçi çalışıyor benim yanımda diye caka satıyor, efeleniyor.

 

Yeter ki hasta doktora ulaşsın diye akşam poliklinikleri organize ediliyor. Tüm bunları bir organizasyon içinde idare edecek sevk zinciri de kırılınca hasta istediği doktora başvurma zevkine erişmiş oluyor. Gerekirse ÜSYE için tıp fakültesine başvuruyor, profesöre muayene oluyor. Ancak sağlık sistemine ve hekimlere güvensizlik o kadar hat safhaya varıyor ki bir süre sonra hasta daha fazla performans yaparak hekim hekim dolaşıyor.

 

Bu ilişki doktorlar arasında bilimsel olmayan kategoriler (özel hastane doktoru, devlet hastanesi doktoru ve üniversite hocası) ortaya çıkarıyor. Hastalar para durumuna ve istediği ilişki kategorisine göre seçim yapıyor. Hasta özel hastaneye gidiyor, özel hizmet almak için. Orada paşalar gibi ağırlanmak istiyor. Otel müşterisi gibi. Yoksa ne biçim özel hastane burası diye başlayıveriyor. Devlet hastanesinde biraz daha tahammül gerektiğini biliyor. Ancak o kadar hasta var ki, beklediği her saniyeyi hekimden biliyor adeta. Ya kendi arasında sıra kavgası yapıyor, ya da hekimle sistem kavgası. Kimi hastalar doktorların içine düşürüldüğü bu pecmurde sağlık sisteminin doktoru da mağdur ettiğini, doktorun hastaya yetişmek için ne emek harcadığını biliyor. Müteşekkir oluyor. Kimi hastalar bu doktor kısmıyla dalaşılmaz diye erteliyor söyleyeceklerini. Kimi dışarda küfrediyor, doktorun öldürülmesine icazet veriyor, bunları boşuna öldürmüyorlar diye hırlıyor.

 

Burada kısaca hasta dediğimiz insanların ekonomik durumuna göre de bir değerlendirme yapmak gerekir. Parası olana tüm kapılar önceden de açıktı, şimdi de ardına kadar açılıyor, en ileri teknolojiler önüne seriliyor. Ancak bu onları da sağlık öznesi hasta/mağdur olmaktan kurtaramıyor. Kanımca zengin olmak, üstelik daha fazla sağlıklı olmayı isteyen bir zengin olmak, sistemin girdabına katılmayı kolaylaştırdığı için fakir olmaktan çok daha yüksek riskler içeriyor. Paranla rezil olmak dedikleri şeyler; memeler patlıyor, yanaklar dümbelek, dudaklar şişik, burun delikleri fora, mimik ve jestlerini kaybetmiş yaşayan ölü görüntüsüne sahip mumya tipi insan görüntüleri ortaya çıkıyor. Zenginler parasını sağlık için harcasın diye türlü yöntemler zorlanıyor. Eskisinden farklı olarak fukara da her an doktora ulaşabiliyor. Yeter ki hasta olsun, istekli olsun, zengin fakir farketmiyor. Sistem herkese uygun bir çözüm üretiyor.

 

O ünlü söz, “hasta sağlık sisteminin efendisidir” biçimine dönüşüyor. İşte sağlıkta dönüşümün anahtarı bu değişim. Hekimler hasta ve hastalıkların yönlendirilmesi ve toplum sağlığının korunmasındaki merkezi görevini bırakıyor. Temel yönlendirici “hasta” oluyor. Yani hastalar efendi, doktorlar hizmetkar oluyor bu sistemde. Ancak ne efendide bu durumun ağırlığını taşıyacak bilgi, beceri, nezaket; ne hizmet ile yükümlü hekimde uşak ruhu var. Aksine hekimlerimizin çoğu dünya ölçeğinde donanımlı iken, hastaların bir çoğu ortadoğu ülkesi insanı olmanın sorunları içinde, bireyselliğini tam kavramaktan uzak ergen psikolojisi ile hareket etme eğilimindeler. (Elbette her iki taraftan da istisnalar olduğu açıktır). Bu durumda ne hasta efendi olabilmeyi, ne de hekim uşak ruhlu bir hizmetkar olabilmeyi beceriyor. Afazik bir iletişim, bir kakafoni alıp başını gidiyor. Hekimler her gün bu tartışmaları yaşamak zorunda kalıyor. Günün sonunda hasta kazanıyor. Çünkü yeni efendi o. Çünkü hasta aynı zamanda bir müşteri ve müşteri velinimetimizdir. Acil serviste kulağında telefonla muayene olmak isteyene hekim ; “lütfen konuşmanızı bitirir misiniz”, diye uyarmasına rağmen konuşmaya devam eden hastanın yanından ayrıldığı için, doktora hakaret eden hasta bir de idareye başvurup doktorun kendisine bakmadığını iddia ederek davacı oluyor. Hekimin savunması isteniyor. Ne yazarsa yazsın ve olası bir mahkeme varsa sonuçlansın ya da sonuçlanmasın idare hekime kınama cezası veriyor. (Güya savsaklama cezası, ne şiş yansın ne kebap). Hekim uşak ruhlu olmadığından kınama cezası haksız diye ayrıca idare ile de mahkemelik oluyor. Bu iş böyle uzuyor. Herkes geriliyor.

 

Motive edilmiş (hasta olduğuna ikna edilmiş) sanal hastalar yanında, gerçek hastalar da oluyor elbette. Bu hastalar maalesef biraz sahipsiz kalıyor. Bunlar çok banal, çünkü sahiden hastalar! Bunlara genellikle pek kimse bakmak istemiyor. Özel hastaneler bu hastaları muayene edip bir an evvel daha büyük bir hastaneye sevk ediveriyorlar. SGK bu hastalar için fiks fiyat uygulaması yapıyor genellikle. Yani hastanın hastanede yattığı süre ve masraf kalemleri o hasta için hastaneye verilen fiks fiyattan, bir nevi hastanenin cebinden çıkıyor. Dolayısıyla bu hastalar hem zaman, hem para kaybı. Oysa sistem için zaman ve para çok önemli. Bunlar, hastanede uzun süre yatak işgal ediyorlar, çoğunlukla bir türlü iyileşmek bilmiyorlar. Üstelik de komplikasyon riskleri yüksek oluyor. Ötekilerin artmasıyla onlara verilen gerçek sağlık hizmeti aksamaya başlıyor. Bunlara ağırlık verilse ötekiler güceniyorlar. Bu gerçek hastalar, turnusol kağıdı gibi gerçek hastaneleri ve gerçek doktorları da ayırmaya yarıyor. Böyle bir hastanın peşine takılırsan tüm sistemi öğrenirsin.

 

Çoğunluğu müslüman bir toplum olmamıza ve hastalık da ölüm de Allah’tan gelir diye kabul ediliyor olmasına rağmen hastalara hastalıkları o kadar kolay söylenemiyor. O kadar ki, gerçek hastaların çoğu, hastalıklarını bilmeden tedaviyi kabul ediyorlar. Hasta yakınları önceden hekimin kapısını zorlayıp, biz söylemedik, aman ha doktorum siz de söylemeyin diye hekimi uyarıyorlar. Durumu hastasına iletmişse hekim suçlanıyor, dangadank yüzüne söyledi diye.. Yani hekim hastasını bilgilendirme hakkından, hasta da hastalığını öğrenme hakkından mahrum kalıyor. Karşılıklı bir görmezden gelme (hayatımızın bir çok aşamasında var bu) konusunda sessizce anlaşılıyor. Sorun saklanınca sorunun yol açtığı / açabileceği komplikasyonları anlatmak, hasta için anlamak, hasta yakını için de tolere edebilmek gittikçe zorlaşıyor. Bir Marianna dizisi başlıyor. Hasta huzursuz, hasta yakını gergin, hekim kaygılı… Hekim cinayetlerinin arkasında da genellikle böyle bir gerçek hasta oluyor. Özellikle kanser tanısı tüm makul algılama ve uygulamaları altüst ediyor. Hasta ölünce hasta yakını, tüm hıncını onu bütün zorluklarına rağmen tedavi etmeye çalışan hekime yöneltiyor. Onu hunharca öldürebiliyor.

 

Ülkemizde bir deyiş var: “Kör ölür badem gözlü olur” diye. Yani “Kadrini seng-i musallada biliriz” biz, insanımızın… Son maratonda olanca katkı sağlarlarsa vicdanlarını rahat ettirecekleri düşüncesiyle olsa gerek, kimi insanlarımız gerçek hayatta değerini bilmedikleri yakınlarına aşırı ve çoğu zaman da samimiyetsiz bir alaka gösteriyorlar hayatının son dönemecinde. Ölüm gibi kötü sonuçlar ortaya çıkınca da öfke nöbetleri ile karışık çökkünlük krizine giriyorlar. Buradaki sıkıntıyı oldum olası anlamış değilim. Gayri yasal bir tarikata ait kaçak bir yurt binası yıkılan ve çocukları ölen aileler, her şey Allah’tan diye konuyu tevekkül içinde algılarken, hastası ölen insanlara bir deterministik bilinç geliyor. Sigara içmeye son ana kadar devam eden hastanın akciğer kanserinden ölmesine yakınları inanamıyor. Bu ölümde ne kusurlar olabilir diye geriye dönük sorgulamaya girişiyorlar. Elbette merhumu ve kendilerini suçlamadan.

 

Hastaya sen efendisin deniyor, hasta da bunu çabucak benimsiyor, ama gerçekten hasta olunca meselenin ne olduğu çıkıyor ortaya.. Böyle bir kapitalist oyunu layıkıyla oynamaya, oyunu layıkıyla sonlandırmaya yetmiyor çoğu zaman insanlarımızın birikimi. Hastanın/hasta yakınının hastalık/ölüm ile sonuçlanan bir vaka karşısında bilinç altından tüm sosyolojik ve toplumsal defektlerimiz pırtlayıveriyor.

 

2- Doktor performans yapıyor: Tüm hastaların doktora ulaşabilmesi için doktorun da performans yapması gerekiyor. Bir doktor ortalama günde 60 ve üzerinde hasta görüyor. Buna muayene ediyor diyemeyiz. Ancak görüyor diyebiliriz. Elbette enspeksiyon (görerek muayene) da muayenenin önemli bir safhası. Bu safhadan daha ileri gitse doktorun performansı aksıyor. Muayenenin insan polikliniklerinde veteriner kliniklerinden daha az sürmesi bu nedenden. İlk safhasından sonra doktor aradaki açığı kapatmak için tahlil safhasına geçiyor. Böylece kendi performansını artırırken, hastane ve ulusal ve uluslararası sağlık ekonomisi performansına da katkı sağlamış oluyor.

 

Eskiler “Güneş girmeyen eve doktor girer” derlerdi. Bu atasözü koruyucu hekimliğe vurgu yapıyor, sağlığımızı nasıl korursak doktora daha az gerek olur konusunda düşünmemizi sağlıyordu. Sonra bu söz değişti “Hasta olan doktoru bulur” oldu. Güneş balçıkla sıvanmaz ya bu meselede sağlığı temsil eden güneş sıvandı. Daha da ileri gidersek diyebiliriz ki, “hasta girmeyen hastane iflah olmaz!” Aslında hasta ne kadar azsa hekimlerin o kadar yüksek ücret alması gerekirken tersi oldu. Hasta arttıkça hekimin performansı arttı. Koruyucu hekimlik hekimlerin görevi olmaktan çıkarıldı, Halk sağlığı anabilim dalında istatistikler arasına sıkıştırılan akademik bir uğraş haline getirildi.

 

Hekimin sağlığı tesis etmek ve hastalıkları önlemek görevi kalkınca “sağlık” kavramından çok “hastalık” kavramı öne çıktı. Öyle ki hastalıklar o kadar sendromlar halinde ortaya kondu ki, tartışmalı inceliklerine bakılırsa adeta hepimiz hastayız. Sağlıklı olmanın yollarından çok hastalıkla mücadelenin yollarını öğrenmeye başladık. Hastalık ve hasta öne çıkan kavramlar oldu. Hepimiz hastayız. Hepimiz mutlaka doktor görmeliyiz. Check-up yaptırmalıyız. İlaç içmeliyiz. Bir yandan reklamlarda toplumun en sevilen şarkıcılarını en kıvrak namelerle oynatıp, hamburger, kola, çips ve zararlı E kodlu bir dolu ürünü gıda diye pazarlıyorlar, dereleri, gölleri denizleri ve havayı kirletip çarpık şehirleşmeyi teşvik ediyorlar, plastik oyuncakları çocuklarla buluşturmaya çalışıyorlar, insanları hasta ediyorlar. Öte yandan insanlar sağlıksız diye tam gaz tedaviye çalışıyoruz. Burada bir yanlışlık yok mu? Bataklığı bırakıp sivrisinekle uğraşmak gibi. İnsan sağlığını bozan fakirlikten, onca iletişim cihazına rağmen iletişimsizlikten, yalnızlığa itilen ötekileştirilen insandan, hayatımızda doğayı sadece belgesel kanallardan seyredecek kadar doğa katliamı yapılmasından, temiz ve ucuz sudan, gıda teröründen, çarpık sanayileşmeden, işsizlikten, fırsat eşitsizliğinden, emeğinin hakkını alamamaktan, toplumsal ve yönetimsel faşizmden, şiddetten ve her yerde yaygınlaşan şiddet dilinden bahseden yok. Oysa Dünya Sağlık Örgütü (WHO) sağlığı ” fiziksel, psikolojik ve ekonomik tam bir iyilik hali diye tanımlıyor”. Biz ise sadece sendromları tedavi ediyoruz. Koruyucu hekimlik çalışması olarak herkese mutlaka check-up yaptırın türünden uyarılarda bulunuyoruz. Check-up kendi ekonomik maliyetinin yanısıra bir de ortaya çıkardığı uyduruk hastalıkların tedavisine zorluyor insanları. Gereksiz ameliyatlar. Gereksiz tedaviler. Hızlı büyüsün diye haplanan civcivler gibi her gün hepimiz haplanmaya zorlanıyoruz. Bir hesaba göre 2020’ye dek operasyon geçirmeyecek kimse kalmayacak. Bu büyük sistemin bir parçası aslında; kolaya, hamburgere, bankalara, özel okullara, hastanelere, ilaçlara müptela olmanın altında yatan sebep çoğunlukla aynı…

 

İşte doktor performansın burasında. Hastayı hastalığı tanımlıyor. Mümkünse interaktif bir iletişim içinde onun isteklerini de gözönünde bulundurarak en yeni teknolojileri kullanarak tedavi ediyor. Sağlık ekonomisinin diğer bileşenleri (SB, SGK, özel-tüzel hastaneler, uluslararsı firmalar) hastayı merkeze oturtmakla birlikte, doktorun kulağına “bizim için merkezde asıl siz varsınız” diye fısıldıyorlar. Hasta ile hekimi buluşturma gayretindeki mevzubahis bileşenler, hastaya usulünce hasta olmayı hekime de usulünce hekim olmayı öğretmeye çalışıyorlar. Sonuçta buluşma gerçekleşiyor. İlginçtir, hekim de hasta bağımlısı oluyor. Çünkü bu bileşenler, bağımlılık yapsın diye hekimlere performans üzerinden para veriyorlar. Ne kadar hasta bakarsan o kadar ekmek yersin. Elbette kalite en önemli mesele olmaktan çıkıyor. Mesele ihalede kaç hasta var, bir ay içinde kaç hastaya baktın meselesine dönüşüyor. Her şey parametrik oluyor. Gerçek hekimlik Don Quishot’luk oluyor neredeyse.

 

Müşteri velinimetimiz olduğundan hasta hakları, tüketici hakları kavramları çarpıtılarak hekim aleyhine yasalar çıkarılıyor. İhtilaf durumunda sorunun nasıl çözüleceği tanımlanıyor. Bu durumda hekim hasta için en doğruyu seçmek yerine en risksiz olanı seçiyor. Defansif tıp doğuyor. Ancak eni sonu bu riskleri bir hekimin göğüslemesi gerekiyor ve genellikle de kabak maalesef o hekimin başında patlıyor.

 

Buraya kadar hasta doktora doktor da hastaya hasta oluyor. Hem iyi hem de kötü anlamda. Hasta-hekim buluşması arttıkça, hastanelerin ve uluslararası sağlık firmalarının performansı da artıyor.

 

3- Hastaneler performans yapıyor: Hastaların hekime ulaşabilmesi için mevcut hastaneler yetmiyor. Yeni hastaneler gerekiyor. Bunun için özel-tüzel hastaneler açılıyor. Kontrolsüz çoğalıyorlar. Ta ki para alarm verene dek.

 

Hastaların bağlı oldukları sosyal güvenlik şemsiyesi birleştirilirken, hizmet alacakları hastaneler başka türlü bir kategoriye ayrılıyor. Birinci sınıf hastaneler, ikinci ve üçüncü sınıf hastaneler. Bu neye göre belirleniyor. Performansa göre. Elbette hekim de bulunduğu hastanenin sınıfıyla ölçülüyor, değerlendiriliyor.

 

Özel hastanelerin çoğu hasta avutma merkezleri olarak çalışıyor. Para kazandıracak işler yapılıyor, para kaybettirecek gerçek hastalar sevkedilerek uygun triaj sağlanıyor. (Parasını devletten değil de, doğrudan hastadan alan, SGK’ya tam bağımlı olmayan güçlü hastaneleri bu durumun dışında tutmak gerekebilir. Sanırım onlar ayrı bir kategoriyi hakediyorlar).

 

Özel ve tüzel hastaneler hasta ve hekimin buluşmasından performans sağlıyor. Tahliller, görüntülemeler ne kadar çok yapılırsa hastanelerin performansı da o kadar artıyor. Hastaneler bir tür sağlık AVM’si gibi, Siemens, GE, Philips, Bayer vs. nin ürünlerinin pazarlandığı ve halkın sağlığı üzerinden performans yapılan yerler oluyor.

 

4-Politikacı performans yapıyor: Politikacılar bundan en çok faydalanan grubu oluşturuyorlar. Bir kere gerçekten eski usul hastanın hekime ulaşamama sorunu ortadan kalkıyor (eski sistem de asla savunulamaz!). Politikacılar, hastaları hekimle buluşturuyorlar. Hastalar diğer adıyla seçmenler bundan mutlu oluyorlar. Ancak bu gerçek anlamda bir sağlık buluşması olmuyor maalesef. Veriler bu buluşmadan sağlık fışkırmadığını gösteriyor. Herkes bu buluşmadan farklı beklentiler ediniyor, beklentilere göre de yeni sorunlar ortaya çıkıyor. Sonuçta politikacı, ben size doktoru getirdim hatta ayağınıza getirdim diye övünüyor. Mutlu seçmenler de politikacıların gücüne güç katıyorlar. Politikacılar buradaki seçmen çoğunluğuyla yetinmiyor muhtemelen. Sağlık ekonomisi rantı da paylaşılıyor. Yeni yerel tedarikçiler ortaya çıkıyor. Politikacılara bir özgüven yerleşince, hekimlere parmak sallamaya başlıyorlar:

-“Doktor efendi dönemi bitti.”

 

Bu durum seçmeni çok mutlu ediyor. Çünkü dönem Seçmen Efendi dönemi.. “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” dönemi tarihe karışıyor, şu dönem başlıyor: “Ben doktora iğne yaptırmam, doktorlar adamı felç ederler alimallah.”, ya da “Yabancı doktorları çağıracağız” ya da “Doktorların eli hastaların cebinde.” Bu söylemleri başbakan ve hatta çoğunlukla kendileri de hekim olan sağlık bakanları ifade ediyor. Tüm mesajları alıyor seçmen efendi. Hekimle buluşmasına artık bu mesajlarla geliyor. Durumdan memnun olmayan doktorlar (maalesef her durumda memnun birileri de vardır), ortaya çıkıp durumu eleştirince siyasetçi hemen yetişiyor: “Paracı doktorlar gürültü yapıyor.” Böylece seçmen efendiyi iyice gazlıyorlar. Doktorları tam olarak gözden düşürdü mü siyasetçi, seçmene hayatını bağışlamış ona sağlıklar arasından sağlık bağışlamış gibi oluyor. Hasta bu laflarla aşılanıyor ama bunlar maalesef bağışıklık sistemine pek bir yarar sağlamıyor. Nitekim seçmen efendi hastalanmaya devam ediyor. Hasta efendi hastalandıkça bir külhanbeyi edasıyla politikacının uzun süredir itibarsızlaştırdığı doktora ulaşıyor, gerekirse ona efeleniyor. Hatta kızarsa öldürüyor. Yine bir doktoru halletmişler diyen konuşmacıyı düzeltmeye bile gerek duymuyor hekim sağlık bakanı. Politikacılar hastane sahibi olmaya çalışıyorlar. Bir yandan da daha çok seçmen sahibi.

 

5- Ulusal ve uluslararası sağlık firmaları performans yapıyor. Tahliller, filmler, girişimler, operasyonlar, ilaçlar.. Herşeyin bedeli var. Sağlıkta doktordan başka ciddi bir yerli ürünümüz olmadığından tüm bunlar GE, Siemens, Philips, Abbott, Astra Zeneca, Bayer vb. yabancı firmaların kasasını dolduruyor. Pay per performance. Bu durum memleket ekonomisine de pahalıya patlıyor. Devlet bu paranın altından kalkamayacağını anlayınca da, en başta efendi ilan ettiği hastaya pamuk eller cebe diyor. Milletin emeği, parası, enerjisi, sağlığı çoğunlukla bu yabancı firmalar zengin olsun diye harcanıp duruyor.

 

Herkesin aklında performans. Bir süre sonra hasta hekime hekim hastaya güvenmiyor. Hastanelerde sürekli bir kavga. Öldürülen hekim, darp edilen hemşire kavramı ile tanışıyoruz. Böylece sağlık ortamımız kirleniyor, dolayısıyla hepimiz kaybediyoruz. Bireyler sağlığını kaybediyor, toplum sağlığını kaybediyor..

 

Aşık Fakir’in hekimlerden istediği şu:

 

“Tabip sen elleme bu yaramı

Beni bu dertlere salanı getir

Kabul etmem bir gün eksik olursa

Benden bu ömrümü çalanı getir

Git ara bul getir, saçlarını yol getir

Yoksulun derdine dermanı getir,

Git ara bul getir, saçlarını yol getir…”

 

Hekim olarak halkın bizden beklediği sorumluluğun ne kadar büyük olduğuna bakar mısınız!.

CENGİZ TAŞÇI

Yorum bırakın