UÇAKTA ATANAMAMIŞ DOKTOR VAR!

Polis ve doktor hariç hiçbir meslek grubunun uçakta
meydana gelebilecek hadiselere müdehale etme sorumluluğu ve bilinci yoktur
sanırım..

Çiçeği burnunda bir doktor olarak bindiğim uçakta gireceğim tus belasından
ziyade sürekli düşünüyordum; birisi fenalaşıp da doktor ihtiyacı olsa ne
yaparım diye.. Bana verilen ya da verilmeyen eğitim, herhangi bir hastaya
müdehale etmeme yeterli gelir miydi acaba? Başıma bir bela sarmadan, bir insana
faydam dokunarak bu işin altından kalkabilir miydim? Provası daha evvel hiç
yapılmamış bu hayat sahnesinde inandırıcı bir rol kesip dünyayı kurtarabilir
miydim? Aklımda deli sorular, başımda eski alemlerin sarhoşluğu, bitmek bilmez
bir yolculuktu bu…

En büyük rahatlatıcım bir başka özgüven patlaması yaşayan meslektaşımın öne
atılıp “kara murat benim” deme ihtimaliydi elbette. Zira talebenin
yüzü suyu hürmetine kurulmuş okullarda bize en çok verilen meziyet, bilginin ve
tecrübenin desteklemediği boş bir özgüvendi. Çok iyi kan alırdım ben mesela,
getir götür işleri benden sorulurdu, en hızlı ben barkod basardım, ekartör
tutmak zaten çocuk oyuncağıydı… İlaç düzeyi mor, hormon sarı tüplerde
giderdi. Amonyak ve laktat soğuk zincire girmezse değerleri yükselirdi.
Nefroloji hastalarından kan gazı venöz de alınabilirdi… Ve daha neler
neler…

Bana öğretilen bu bilgileri kullanarak belki de uçağı bile kullanabilirdim ama
bir hastanın derdine derman olabilir miydim; emin olamıyordum. Zaten girişte
parfümüm 100 ml değil de 150 ml olduğu için çöpü boylamış, canım fena halde
sıkılmıştı. Ayda 20 liradan 9 taksitle aldığım parfüm, Kahramanmaraş’ta rahatlıkla
geçerken Ankara’da güvenliğe takılmıştı. Tıp eğitimi de işte bu güvenlik gibi
bizim ülkemizde çoğu zaman göstermelik bir şovdu. 100 ml amonyum nitrat kimseyi
öldürmezdi ama 150 ml olması ülke için büyük bir tehditti. Uçağa bomba, silah
ve bıçak sokulabilir ama parfüm giremezdi. Çünkü güvenlik o parfümle uğraşırken
arka planda neler olup bitiyor çoğu zaman göremezdi.

Zaten acil servislerde de ben şimdiye kadar olay bitmeden önce gelen bir
güvenlik görmedim. Güvenliğin görevi olayı önlemek değil; doktoru döven hasta
yakınını sakinleştirmek gibi gelirdi hep bana. Ben bu düşünce sarmalında
debelenirken hostes ablanın sesiyle heyecanlandım bir an. Eyvah biri fenalaştı
galiba dedim. Neyse ki çay mı yoksa kahve mi alırsınız diye soracakmış. Derin
bir oh çekip “çaycıyız abla biz” dedim, bir de sandviç aldım. Seviyordum valla
devletimi, başka firmalarda adama su bile vermezlerken burda sandviçine kadar
veriyorlardı.

Keşke uçakta yolcu olarak, hasta olarak yahut vatandaş olarak beni memnun eden
devletim; bir sağlıkçı olarak görmezden gelmeseydi. Eskilerin saltanatını
yıkmak için, kuyruk acısıyla, yılların ezilmişliği altında yeniye
zulmetmeseydi. Karakterim nasıl olursa olsun; kibirli gaddar paragöz… Canımı,
hakkımı, onurumu korusaydı keşke. O zaman feda olsun derdim üç kuruşluk intörn
maaşımı bağladığım parfüm. Feda olsun derdim verdiğim geceler, yastığım sıcak
yatağım, topuklarımdaki bir karış nasır, körolası gençliğim yıllarım…
Atılırdım uçakta “açılın ben doktorum” diye. “Bu vatana canım
feda” diye…

Keşke diyorum beni bir doktor olarak da sevseydi devletim. O vakit mecburi
hizmet değil; hizmet aşkı olurdu belki görevim…

Dr. Serhat Uzman

Yorum bırakın